TÜRKİYE’YE NEDEN OPERASYON YAPILIYOR
Bir tarafta terör örgütünün ülkeyi terk etmesi süreci yaşanıyor diğer tarafta Periyodik olarak Türkiye’ye karşı girişilen kanlı terör eylemleri ile karışıklık çıkarmaya yönelik/yönlendirmeli sokak hareketleri ve darbe girişimleri (Reyhanlı , Kobani, gezi eylemleri ve 17-25 aralık gibi) daha öncesinde ise Adalet bakanlığına ve Ak Parti Genel merkezine lav silahlı terör saldırıları. hemen yanı başımızda ise tüm şiddetiyle devam eden iç savaş.Bütün bunların yanında global ekonomik piyasalardaki çalkantılar ve bunların Türkiye'ye etkileri.
Türkiye konumu ve tarihi bakımından yüzyıllardır fillerin tepiştiği bir coğrafyada kurulmasının avantajlarını da dezavantajlarını da süreç boyunca yaşadı ve yaşamakta. O yüzden bu coğrafyada gelişen hiçbir olaya salt Misak-ı Milli sınırları dahilinde bakmamak gerekir.
Perulu bir diplomat olan Oswaldo De Rivero'nun 2001 yılında yayınladığı "Kalkınma Efsanesi: 21. Yüzyılın Bağımsız Yaşayamayan Ekonomileri" kitabında belirttiği gibi dünya düzeni tek bir "süpergüç"'ün hegamonyasında kaldığı sürece çatışmalar eksik olmaz. Sovyetlerin yıkılmasıyla galibiyetini ilan eden ABD, aslında gücünü bölgesel güçlerle paylaşma yolunu tercih eder. Bunu gücü paylaşmanın fazilet olmasından değil de bir nevi eli mahkum olduğundan yapmak zorunda kalır. Rivero'nun 2001 yılında öngördüğü yeni bölgesel güç Türkiye. Acaba hangimiz siyasi istikrarsızlığın hüküm sürdüğü koalisyon hükümetleriyle yönetilen ve ekonomik krizin damga vurduğu 2001 yılında böyle bir öngörüye inanabilirdik?
Yukarıda da belirttiğim üzere Türkiye fillerin tepiştiği bu coğrafyada öncelikle bölgesel, sonrasında küresel bir güç olmak üzere ilerliyor. Farkında mısınız bilmem ama yabancı basında eskiden Türkiye ile ilgili haberler küçük puntolarla iç sayfadan verilirken artık Times, The Economist, Financial Times gibi yayınlarda ülkemiz ile ilgili haberin ve yorumun (önceleri lehte son iki yıldır aleyhte) geçmediği bir sayı dahi bulamazsınız.
Kendi içinde çatlaklar olsa da Anglo-Sakson Batı dünyası (ABD ve İngiltere) Türkiye'nin bu gelişimini kendi çıkarlarına da olduğunu gördükleri için başlarda desteklerken ya da engel olmazken Fransa, Almanya, Rusya, İran bloğu ise bu gelişime köstek olmak adına elinden geleni ardına koymuyordu. Bunu ticaretten dış politikaya, ekonomiden basına kadar her alanda görmek mümkün.
Cumhuriyet tarihinde ilk defa Batı'nın ve İslam Dünyası'nın desteğini almış en azından batının sempati ile bakabildiği hükümet olan Ak Parti hükümeti 3. dönem ile Sn. Cumhurbaşkanımızın başbakanlık döneminde ki deyimiyle ustalık dönemine girince bazı şeylerin önceki 2 dönemle aynı olmayacağı belliydi. Türkiye artık haddini aşmaya başlamıştı ve ona sınırlarını tekrar hatırlatmak gerekecekti. Türkiye ihracatını artırdıkça, ürettikçe, daha çok konuşuldukça, politikada daha çok söz sahibi oldukça , büyüme rekorları kırdıkça (OECD raporuna göre en çok büyüyen 2 ülke Çin ve Türkiye) bel altından vurulmak istenecektir. Öncelikle ekonomiden vurmaya çalıştılar, başlarda faiz lobisi devreye girdi ve Türkiye'nin cari ve bütçe açığından dem vurup Türkiye'nin kırılgan bir ekonomik yapıya sahip olduğu için faizlerin bir an önce tekrar yükseltilmesi gerektiği “lobi”sine başladılar (faiz artırımını isteyenleri elinize kağıt kalem alıp yazın, kimler olduğunu alt alta sıralayıp bir okuyun). son ekonomik krizde krizin çıkış noktası olan riskli mortgage enstrümanlarına "yatırım yapılabilir" seviyede verdiği notlarla güvenirliğini yitiren Standard and Poor's şirketi iki yıl önce Türkiye'nin görünümünü pozitiften durağana çevirirken, batmak üzere olan İrlanda ve Yunanistan'ın notunu artırdı. Yabancı ve yerel yayınlarda Türkiye'nin büyüme sınırlarına ulaştığı ve bundan sonra aşağı yönlü bir trendin olacağı bazı "kalemler" tarafından zafer elde etmiş edasıyla verildi. Ama rakamlar yalan söylemez: Türkiye bütçe dengesi bakımından şu haliyle bile AB kriterlerine uygundur, cari açık kontrol altındadır ve Türkiye dünya ortalamasının üzerinde büyümeye devam ederken yapısal reformları da uygulamaya koymaya başlamıştır. Bu gün itibariyle de bir slogan Türkiye’de tedavülden kalkmıştır. “IMF DEFOL” Bu slogan ilk anlaşmanın yapıldığı 1961 yılından bu yana piyasada olan bir slogandı. Çıkarılacak yasalardan memur maaşının tespitine kadar her şeyi kontrol altında tutan IMF artık Türkiye tarafından kredi alınan değil kredi verilen bir kuruluştur..
Türkiye'nin canını yakmak için ekonomiden daha etkili başka alanlar ve daha etkin yollar da var elbette. Türk insanı siftah yapamadığı, aç kaldığı günlerde dahi "hamdolsun" diyebilirken şehit cenazeleri gelmeye başlayınca toplumsal sağduyusunu kaybetmeye başlıyor.Bunun için 2012 de PKK, Türkiye'ye haddini bildirmek isteyenlerin 30 yıldır maddi manevi desteğini alarak tüm gücüyle saldırmaya başlatılmıştı. Bu eylemler Kürtlerin sorunları ile ile alakalı değildi elbette.
Bu coğrafya başta da değindiğim gibi fillerin tepiştiği coğrafya. Bir çağın kapanıp yeni bir çağın açıldığı coğrafya, Dünya ya süper güç olarak 6 asra yakın nizam verilen bir coğrafya, önceleri İpek yolu şimdi ise dünya enerji koridorunun üzerinde ki coğrafya.
Bazen sorumluluğun yorduğu insanların bunalıp "keşke Norveçli olsaydım da en büyük derdim ve tasam bu seneki somon balığı rekoltesi olsaydı" diye içlerinden geçirirler ya, işte biz o konumda hiçbir zaman olamayız. çünkü bu coğrafyada doğmak, yaşamak çok ciddi sorumluluk ve onur gerektirir.
Dünya ve bölge gündemi yoğun bir seyir izliyor. Aslında bu seyir hegemonyayı yürütenlerce de planlanmış bir seyir. Türkiye’de ise muhalefet hala o bilindik prefabrik söylemlerle soğuk savaş dönemi kalıplarından sıyrılabilmiş değil. Bu konjonktürde Türkiye’nin refleksleri neler olmalıdır yerine; Arap Baharı diye adlandırılan aldatmaya bakıp bir “Türk Baharı” neden olmasın safsatasına iman edenlerin varlığını da not edelim. Oysa Batılı gelişmiş ülkelerin Arap toplumlarının demokrasiye geçmeleri diye bir dertleri olmamıştır,hiçbir zamanda olmaz. (olsaydı Mısır’da yapılan darbeye darbe derlerdi) Arap baharından amaç; yeni tüketim alanları açmak,kredi kartı kullanan Arap toplumları oluşturmaktır.Türkiye bu baharı 35 yıl önce yaşadı.24 Ocak kararları 1980 darbesiyle hayat buldu ve biz karma ekonomik sistemden piyasa ekonomisine geçtik. Bizden sonra da bu baharı Sovyet bloğu Berlin duvarının yıkılmasıyla yaşadı. Dünün sosyalist sistemleri bir anda serbest piyasacı oldu.
Berlin Duvarı'nın yıkılıp Amerikan tipi yaşam tarzının ve liberalizmin zaferini ilan etmesiyle Francis Fukuyama adlı Japon-Amerikalı siyasetbilimci de yazdığı "Tarihin Sonu ve Son İnsan" adlı kitapla artık uygarlığın ulaşabileceği en yüce seviyeye gelindiğini, bundan ötesi olmadığını belirtmişti belirtmesine ama tarih yazılmaya devam ediyor ve edecektir.